4 Ocak 2008 Cuma

Barış Behramoğlu ile ilk romanı "Su Gibi" üzerine

Gamze Akdemir Cumhuriyet Kitap söyleşisinden'En özgür hissettiğim alan, yazı'Barış Behramoğlu'nun ilk romanı "Su Gibi" raflarda.Yitik Ülke Yayınları'ndan çıkan "Su Gibi"de, Barış Behramoğlu, yaşamayı ve hep sonrayı delice merak eden, alelacele atan bir yürek kadının, Su'nun öyküsüyle buluşturuyor okurları. Zamanı geldiğinde, hatta bir gün elbet tadında gitmeye ve aşka dair bir roman "Su Gibi". Biraz arınma, biraz sıla, biraz göç, biraz sonsuzluk hissi, biraz macera, keşfediş. Hem deşmek anıları hem uzaklaşmak, kaçmak hatta. Ötesine, öteye bakmak kısaca. Dediği gibi, romanında kullandığı Puşkin'in masalı da tam buna uyuyor. İnsanın mutlu olması için ya da mutluluğu yakalaması için ileriye bakması, yani ötesine bakması lazım değil midir zaten? Barış Behramoğlu ile "Su Gibi"yi konuştuk.
Gamze AKDEMİR -Yazmak ile aran nasıldı öteden beri diye sorarak başlamak istiyorum söyleşimize? İlk hangi duygular götürdü seni roman yazmaya, nasıl şekillendi "Su Gibi"?
- Esasına bakarsan belki çok klişe olacak ama küçüklüğümden beri yazı yazmaya, hikâyeler uydurmaya bir yatkınlığım vardı. Olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmak gerekirse şunu da mutlaka eklemeliyim diye düşünüyorum; temelden itibaren Fransızca eğitim aldım ve bildiğin gibi, Fransız eğitim sisteminde özellikle üzerinde durdukları konu, ilkokuldan itibaren yazıdır, daha doğrusu yazıyı kapsayan her şey. Nasıl mı? Şöyle ki, daha ilkokul yıllarından öğrencilere "ecriture" denilen bir ders verilir. Bu, güzel ve kaligrafik yazı yazma dersidir. Çocuklar bu dersler sayesinde harflerle oynamaya başlar ve kâğıt üzerinde yazıyla "barışırlar". Malum çocuklar için yazmak zordur, çoğu zaman da bu zorluk küsmelerine neden olur. Daha sonra yine ilkokul yıllarında "dikte" sırasıyla "kompozisyon" dersleri gelir. Dikte derslerinde çocuklar temiz ve güzel yazmaları ve imlaları üzerinden notanırlar; kompozisyonda ise belirli bir tema verilir -bu okunmuş bir öykü, masal olabilir- ve benzeri bir üslupla çocuktan başka bir hikâye yazılması istenir. Ardından hayal gücüne salarlar çocukları, yani serbest bırakırlar. Çalakalem yazarlar onlar da.İşte ben bu derslere bayılırdım. Kendimi en özgür hissettiğim alandı yazı. Sansürsüz, yargılanmaksızın, özgürce ifade edebiliyordum, hem kendimi hem de zihnimde canlandırdığım o hayal dünyasını. Bir oyun gibi gelirdi bana ve çok da keyifliydi! Derken büyüdük tabii. Çevremize dikkat kesildik. Olaylara daha analitik yaklaşmaya başladık. Bilinçaltı denilen kavramlarla tanıştık. Mantık, felsefe, sanat, toplumsal olaylar, gündem, tarih... Sevsek de sevmesek de kurallara tabi tutulduk. İşte o zaman yazmak benim için oyun olmaktan çıktı ve bir ihtiyaca dönüştü. Çünkü ben hiçbir zaman "sözel anlamda" iyi bir anlatıcı olamadım. Bana masal anlat de, hiç beceremem. Kötü cümleler kurarım, yüzüme gözüme bulaştırırım. Ama kâğıt üzerinde hiçbir sınırın beni engelleyemeyeceğini anladım, aydım. Su Gibi de, böyle bir yoğunluk döneminde kâğıda döküldü. Önce parça parça düşünceler geldi. Sonra karakterler devreye girdi. Sonra mekânlar belirginleşti. Rüyalar gördüm. Kitaptaki rüyaların hepsini gördüm mesela. Zor ve uzun bir süreçti. Sancılı diyebiliriz. Ben ayrı bir karakterdim, yazdığım kişiler bambaşka insanlar. Kavga etmeye, onlara acımaya, sevmeye ve nefret etmeye başladım. Deli gibi. Yakınlarıma onların dedikodusunu bile yapıyordum. "Su böyle yaptı, Ada ne aptalca davrandı" gibisinden. Halim görülmeye değerdi! Ve bir gün baktım ortaya bir hikâye çıkmış, üstüne üstlük bitmiş. Kendi dünyamı oluşturmuşum, ifade edemediklerim dillenmiş, beden bulmuş. Çelişkilerim, hayallerim, arzularım, özlemlerim.
- Zamanı geldiğinde, hatta bir gün elbet tadında gitmeye ve aşka dair bir roman "Su Gibi" diyebilir miyiz?
- Tabii diyebiliriz. Her zaman böyle düşünmüşümdür, ama kendi hayatımda asla başaramamışımdır tadında bırakma olayını. Tadında bırakıp zamanı geldi mi gitmeyi yani. Bunu "Aşk" teması çerçevesi içerisinde işledim Su Gibi'de belki, fakat gerçek hayatta, sadece aşkta değil her türlü ilişki-iletişim şeklinde bunun böyle olması gerektiğini düşünüyorum, inanıyorum. Tüketmeden yaşamak. Duyguları, insanları, olayları tüketmeden tadına vara vara duyumsamak. Hakkını vermek yaşamanın. Empati kurarak. Overdoz olmadan.

HAYATA BAKIŞ AÇISI

- Su imgesini hangi oylumda kullandığını doğrudan sormak istiyorum analiz ve yorumlara geçmeden. Biraz arınma, biraz sıla, biraz göç, biraz sonsuzluk hissi, biraz macera, keşfediş... Hem deşmek anıları hem uzaklaşmak, kaçmak hatta...
- Su'yu bir imge olarak kullandığıma inanmayacaksın belki ama kitap bittiğinde fark ettim ve pek çok insan gibi benim de çok hoşuma gitti. Kızın isminin anlamıyla, hayata bakış açısı birbirine denk düşmüştü. Tesadüf mü değil mi, nasıl oldu ben de bilmiyorum. Bilinçaltı belki de. Bilgi valizimden farkına varmadan çıkartıp, oluşturduğum bir imge olsa gerek. Evet Su ve su durdukları yerde bile bir hareket halindedirler. Döküldüğü kabın şeklini alır, fazla geldi mi taşar, bir çatlak buldu mu sızar, buharlaşır, yok olur vb... Dediğin gibi romandaki kız hem anılarından kopamıyor hem gitmek istiyor, hem çocukluğunun geçtiği yerde yaşamak istemiyor hem de bu çocukluğun onda bıraktığı izleri silmek gelmiyor içinden... Uyumlu ama sıkıldı mı ortadan yok oluyor. Kızdı mı, taşıyor, çok sert tepkiler veriyor.
- Aşk ile su metaforu iç içe bir de. Bunu neden tercih ettin? Tüm duyguların, çelişkilerin ifadesinde su.. Ayrılırken hüzne yağan yağmur....Gözyaşları...
- Ne zaman bir aşk filmi izlesem, yani aşk olması şart değil de, aşk sahnesi de olabilir bu, filmde mutlaka yağmur yağdığını fark ettim. Bu önceleri sadece basit bir tespitti. Aklımdan hep şu cümle geçiyordu: "Bütün aşk filmlerinde bir yağmur sahnesi var." Sonra düşündüm. Yazdıklarım üzerine. Olayların gidişatına. "Eski ve çok hoşuma giden bir geleneğimiz vardır. Gidenin arkasından Su dökülür. Su gibi git, Su gibi gel. Ayrılık zamanıdır. Bir rahatlatma yöntemidir." Demek ki Su... Sonra biraz daha düşündüm. Bu oturup yaptığım bir şey değildi tabii. Yolda otobüste, çalışırken aklımda dönüp duran düşünce parçacıkları. "Balkan çingenelerinde ve belki de başka kültür ve milliyetlerde de vardır bu, hani ölenin arkasından kadehleri tokuşturduktan sonra bir kısmı dökülür, artık hayatta olmayan dostun anısına, adına." Bu sevgidir dedim. Minnettir. Özlemdir. Dostluktur. Ayrılıktır. Burukluktur... Kısacası örnekler çoğaltılabilirdi ve öyle yaptım... Sonuç olarak, evet, su veya suya dair her şeyi, sevgiyle, aşkla, özlemle, ayrılıkla bağdaştırırım kitabımda.
- "Ötesini görmek gerek" ne demek? Bu duygu neyi ifade ediyor aslında? Su... Yaşamayı ve hep sonrayı merak eden, delice eden, alelacele atan bir yürek kadın dersem nitelememin neresi yanlış olur/olur mu?
- Niteleme hiç de yanlış değil. "Ötesini görmek..." Yaşadığımız hayattan öte, hayallerimiz var ve hepimiz bir şekilde, farklı yöntemlerle bunları gerçekleştirmeye çalışır veya yine gerçekleştirebilme olasılığıyla yanıp tutuşuruz. İnsanoğlu... Hepimiz tatminsiz varlıklarız. Elimizdekilerin dışında daha fazlasını nasıl elde edebiliriz diye ya umutsuzluğa kapılır ya da amansız bir mücadeleye gireriz. Fakat gün geliyor, hepimiz monotonluğun, kuralların öylesine tutsağı oluyoruz ki hayal bile kurmayı unutuyoruz. İyi bir işe giriyor, iyi para kazanıyor, evleniyor, çocuk sahibi oluyoruz. O anda sadece bunlara odaklanıyoruz ve zaman geçiyor. Farkına varmıyoruz. Bir de bakıyoruz ki, bir şeyler eksik. Ama nedir eksik olan kestiremiyoruz. Huzursuzluk sarıyor içimizi. Çünkü sadece yaşadığımız alanı görüyoruz da ondan. Yolda yürürken bile sadece yere bakıyoruz. Dümdüz karşıya, ufka bakmıyoruz artık. Etrafımızdaki binalara, başka insanlara, yaşamlara. İleriye yani mecazi anlama. Göreceklerimizden mi korkuyoruz? Ne kadar geride kaldığımızı görmekten mi? Ve geçmişimize takılıyor kendimizi tekrarlayıp duruyoruz. Kitapta da kullandığım Puşkin'in masalı da tam buna uyuyor. İnsanın mutlu olması için ya da mutluluğu yakalaması için ileriye bakması lazım, yani ötesine...

BİR BENZETME...

- Yaşam demek su, engin demek deniz, elbet hüzün demek gözyaşı... Yaşam kaynağı, suyu referans alıyor "Su"... Omzuna yaslanıyor... Ona çok, pek çok güveniyor... En dürüst, en yalın o... Sanki onun tek, gerçek aşkı... Olanca yalın, dürüst, istikrarlı bir devri daim onun için. Onu ona getiren ve götüren... İnsanlardan çok ona değer verişi de bu yüzden belki de değil mi?
- İnan bunu bilemeyeceğim. Su neden Deniz'e bu kadar bağlı. Vahşi bir bağlılığı var doğru. Hep söylediğim bir şey var. Kadın erkek ilişkisine dair bir benzetme bu... Belki bunla bağlayabilirim. Kadın-erkek ilişkisini hep kaplan ve kaplan terbiyecisi ilişkisine benzetirim ben. Bir sirkte (ki buna kurallarla dolu -toplumsal- dünya diyebiliriz, bir sürü seyircisi var) kaplan terbiyecisinin (bu kelimeden hiç hoşlanmam) mahareti, zorla kaplanı şekilden şekle sokması değildir. Ona üstünlük taslaması, yeri geldiğinde kırbacını yere şaklatması ve ego savaşına girmesi... Kaplan tüm vahşi doğasına rağmen uysal bir hayvandır. Anaçtır. Avcıdır. Güçlüdür. Sirkte, savanada (yine dünyadan söz ediyorum) uyumlu olmayı, adapte olmayı gayet iyi bilir. İsterse yapar bir şeyi, içinden gelirse, içgüdüsel bazen. Terbiyecinin, mahareti onun vahşi doğasına saygı duyarak, sınırlarını zorlamadan, zor kullanmadan, sevgiyle, şefkat ve belirli bir mesafeyle hoş bir gösteri yapmasını sağlamaktır. (evlilik, birliktelik, ortak yaşam) Kolektif, ortaklaşa bir iş çıkartmaktır ortaya. Tersi oldu mu, yani zorlama, güç savaşı, ezmeye kalkmak, ciddiye almamak, zayıflık göstergesi, vb... kaplan saniyesinde terbiyecisini parçalar. Arkasına dönüp bakmadan da uzaklaşır oradan. Su Gibi'de, Deniz dışındaki tüm karakterler Su'yu ne kadar iyi tanıdıklarını iddia eden kişilerdir. Hatta ellerinde olsa ağdalı sözleriyle Su'yu onun kendisini tanıdığından daha iyi tanıdıklarını iddia bile edebilirlerdi. (ben izin vermedim) Su, bu baskıyı, ciddiye alınmadığını, dinlenilmediğini fark ettiği anda çekip gidiyor herkesin hayatından. Bir tek Deniz'de bunu yapamıyor. Çünkü Deniz neyi ne zaman nasıl yapacağını biliyor. Kendini teslim etmeden Su'nun istediklerini yerine getiriyor. Onun alanına izinsiz girmiyor. Kendini unutturtmuyor, unutmuyor... O sınırını her zaman koruyor. Neticede kendini seçerken bile bunun faturasını Su'ya çıkartmıyor. Çünkü yaptığı her şey kendi tercihi. O da kendini koruyor neticede. Birbirlerine bu bağlamda çok benzedikleri için de Su, bir tek ona karşı hem güçlü, hem zayıf, hem vahşi, hem de uysal... Ama son noktayı yine Su koyuyor. Açlıktan ölmektense (aşka açlık) kendini yok ediyor.
- Dişi bir roman "Su Gibi" değil mi? Yaşam gibi...
- Evet. Öyle. Cinsiyetsiz bir şeyler yazabilirim ama tercihim bu yönde olmaz. Ben kadınım. Ve sansürsüz, tüm duyguları, kadını kadın yapan, insan yapan, tüm duyguları dökebilmek istiyorum. Oyunsuz. Net ve samimi. Klişesiz. Tabusuz. Ama daha yeni başladım! - Aşkın farklı ya da alışılandan farklı bir safhasına tanık oluyoruz romanında. Daha çok zihinde yaşanıyor, anılara tutunuyor ve belki de bu yüzden daha yoğun yaşanıyor... Tortular bırakıyor ardında, savuruyor Su'nun erkeklerini bu duygular... Unutturmuyor kendini Su... Her ne kadar öyle istese de... Neden istiyor bunu, yoksa istemiyor mu?- Sadece kendisini bile tam olarak çözememişken, çevresindekilerin onu belirli kalıplara sokmasına anlam veremiyor Su. Bir çıkışsızlık içerisinde. Yardım istiyor. Ama önyargılardan dolayı (geçmişi, günümüzde yaptıkları, yapmayı istedikleri vb...) onu tam olarak kimse duymuyor. Romanda, dışa dönük bir insanın, zamanla içine dönmesine, kabuk bağlamasına, ve mutluluğu kendi iç dünyasına sığınarak yaşamasına şahit oluyoruz. Mutlu mu gerçekten? Evet. Ama onu mutsuz olduğuna inandırmaya çalışıyorlur, çünkü kurallara göre yaşamıyor.

KAN UYUŞMAZLIĞI

- "Bunu seviyorum... hayatın, ben içinde olmasam da akmaya devam etmesini" diye içinden geçiriyor Su... Kendine aslında pek şans tanımıyor gibi değil mi?
- Olabilir. Bu da bir bakış açısı. Belki de dahil olmayı çok istese de, bir parçası olamıyordur hayatın. Kim bilir? Bunu okura bırakmayı tercih ederim. Ama illa benim bakış açımı istersen ben Su'nun bu sözünü, dışarıdan bir insan olarak, şöyle yorumlayabilirim. Kan uyuşmazlığı var Su ile hayat arasında. Onu seviyor ama kendini o tabloya yerleştiremiyor. İstiyor orada olmayı ama yapamayacağını biliyor. Şey gibi... bir şeker hastasının pastayı çok sevmesine rağmen kendisini öldüreceğini bildiği için yiyememesi ve hep bunu bir gün gerçekleştirebileceği umuduyla yaşaması gibi... Bu pastanın kötü olduğu ya da başkalarının yiyemeyeceği ve bu hastanın da bundan mutluluk duymayacağı anlamına gelmez... Hayat öyle ya da böyle devam ediyor çünkü. Ne şekilde ve nasıl dahil olunup olunmayacağı da sadece gerçekten "birey" olmayı başarmış olanların inisiyatifindedir. Gerisi girdapta kaybolurlar.
Su Gibi
Barış Behramoğlu
Roman, Kasım 2006
64 sf.
ISBN: 9944-493-13-9
7 YTL
Y i t i k Ü l k e Y a y ı n l a r ı
"Su Gibi" Barış Behramoğlu'nun (1979) ilk roman denemesi. Okurlar onu "Kızıma Mektuplar"ın seslendiği küçük kız olarak anımsayacaklardır. Babası Ataol Behramoğlu'nun yurtdışı sürgününe ortak olduğunda beş yaşındaydı. Fransa'da gördüğü ilkokul öğrenimi sonrasında, İstanbul'da sırasıyla Pierre Loti, Saint-Benoit ve İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi."Su Gibi", ilk romanlarda genellikle alışık olunduğunun tersine, bir özyaşam öyküsü değil. Anlatının odağındaki Su, romanın örgüsünü oluşturan bir İstanbul (Beyoğlu) ve ada masalının gerçeklikten hiç de kopuk olmayan kahramanı mı, yoksa yazarın düşlerinin gizemli ürünümüdür? Ya da hem biri, hem öteki mi? Buna okur karar verecek...Fakat öyküsünü kimi kez kendisinden, çoğu kez sevgililerinden, Bay Pi'den, Deniz'den, Ada'dan ve komşusu Güneş'ten dinlediğimiz bu genç kız için hiç kuşkusuz söylenebilecek olan, onun artık edebiyatımızın unutulmayacak roman kahramanları arasına girmiş olduğudur...Bir solukta okuyacağınız "Su Gibi" de modern anlatı edebiyatının özlenen tatlarını, bir "romans" akıcılığı ve ezgiselliğini bulacaksınız...

Hiç yorum yok: